15 Kasım 2009 Pazar

Yolcu

Hükümsüz aşklar diyarında geziyorsun,
Seninkide yârdan uçtu yar'a.
Sanmaki sadece senin için yanar,
Sende öncekilere benziyorsun.
Ne pusulan var ne haritan,
Bir yolcusun sonlu bir yolda.
Dikkat et hayattada bir yolcusun,
Yolculuğun ne kadar uzun olsada.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Keşke

Derin derin uykulardan sana uyansam,
Ben dizlerinde uzanırken,
Sen saçlarımla oynasan,
Gözlerimiz bir aşk zikrine başlasa,
Gönüllere aşk ateşinden obalar kurulsa,
Keşke bunlar hayal değilde gerçek olsa.
Keşke demeden bir cümle kurabilsek hatta,
Kedi yavrusu gibi ezilerek hayaller kurmasak,
Yarınlarımız ümit dolu olsa,
Yüreğimiz cesurluk şarabıyla coşsa.

Dedim ya Keşke bunlar hayal olmasada,
Yarınımızın hesabını yapabilsek.
Yada kendi bentlerimizi kaldırıp,
Aşkı doyasıya yaşayabilsek.

11 Eylül 2009 Cuma

Eğer

Can DÜNDAR ne de güzel yazmış;


Eğer ;

O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...

sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,

ve O, her durduğunuz yerde duruyor,
her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp,
hüzünlendikçe ağlıyorsa...
dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu
bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...
hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü,
O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...
her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O...
her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa...
bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez
özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,
iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...
iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın
O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...
kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...
özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...
hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız...
O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme,
vuslat sehere denkse...
gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;
bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine...
uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...
dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı,
bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...
Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız,
sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...
...o halde bugün sizin gününüz!..
"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.

23 Ağustos 2009 Pazar

Dehliz

"Anne bugün nefesim kesildi" diye bağırarak odasından salona doğru koştu. Annesinin
"Oğlum basamakları yavaş çık demedimmi ben sana?" cevabı ile sesi soluğu bir kez daha kesildi ve spor ayakkabılarını alıp dışarı çıktı.

Sokaklar çocuk dolu, heryerde bir curcuna bir temaşa, kimi oyun oynuyor kimi koşuşturuyor bir yerden bir başka yere.

Bakıp onlara ;
"Acaba onların nefesi hiç kesilmedi mi? Abim hergün yeni bir tane anlatırdı, nefesini kesen. Eğer hergün bir tane çıkıyorsa insanın karşısına ben niye ilk defa yaşıyorum. Eğer buluğ çağı ile alakalı ise bir yıldır niye hiç nefesim kesilmedi. Sene sonuna kadar abimi nasıl bekleyeceğim?" diye düşünürken yoldaki irili ufaklı tüm çakılları yol kenarına doğru tekmeliyordu.

Herhangi bir maça başlamadı, başlayamadı, sanki sonunu getirecek kadar nefesi kalmamıştı.

Bir apartmanın basamaklarına çömeldi. Hep "O an" geliyordu aklına ve aynı sahneyi gördükçe nefesi kesiliyor kalbi sıkışıyordu. Gözleri bir noktaya sabitlenmiş, sözlerini nereden ezberlediğini bilmediği şarkılar mırıldanırken buluyordu kendini. Bir ara bir kapı sesi duydu ancak hiç oralı olmadı, ufaktan mırıldanıyordu ;






Yanına birisinin oturduğunu farkettiğinde nerede ise hiç tepki vermeden şöyle bir baktı göz ucuyla. Yanına oturanın, mahallenin en ağır abisi olduğunu anlayınca bir anda kalkmaya yeltendi. Koca elleri ile omuzuna hafifçe bastırdı abi;
"Otur bakalım" dedi. Onüç yıldır aynı sokakta oturuyorlardı ancak sadece birkaç kez abi saçını şöyle bir okşamış, arada sırada toplarına vurmuştu o kadar.

"Evet genç adam niye böyle dalgınsın bakalım" dedi o kalın sesi ile abi.
"Yok birşey abi" dedi titrek, ne yapacağını bilmeyen bir ifade ile.
Abi gözlerinin tam içine bakıyordu, o ise kaçıramıyordu. Sonunun ne olacağını merak ediyor ve oda gözlerinin içine bakıyordu.

"Ahaaa anlaşıldı genç, sende düştün aşkın dehlizine. Kimsede anlamıyor seni değilmi?"
Bu adamdan çıkacak bir sözün anlamını bilmediğine inanamıyordu. Öğrendiklerine göre bu tür adamlar hayatını 400-500 kelimeyle geçirir en fazla birazda argo kullanırlardı. Dayanamadı sordu :

Abi dehliz ne demek?

Kafasını hafifçe önüne eğen abi başladı şunları söylemeye :

Hayatdır,
Dehlizlerin en büyüğü.
Gözlerin görmez,
Karanlıktasındır,
Yollar
Seni sürükler.
Yorulduğun yer,
Sonudur dehlizin.
Eğer doğruysa yolun,
Sonu aydınlıktır.
Yok
Eğriysen eğer
Sende yolun gibi,
Derinlerdedir yerin.

Çocuk kaşlarını kaldırmış abinin gözlerinin içine dalıyor ve cevabı anlamaya çalışıyorduki ;

Aslında dehliz, bir karanlık yoldur.
Ne bir başlangıç, Nede bir sondur.

Çocuk bu sefer anlamıştı, yüzüne bir gülümseme oturdu. Hemen arkasından ise hayretten oluşan bir saflık ifadesi ile dönüp, döktü eteğindekileri ;

-Peki abi, nefesim neden kesildi?

-Neden kesildiğini bilemem, belki onu ilk defa gördün, belki onunla ilk defa konuştun, belki ilk defa güldü sana yada ne bileyim belkide ilk defa elini tuttun.

-İlk defa gördüm onu, aslında daha önce de görüyordum ancak bugün nefesim kesildi onu gördüğümde.

Zahirdir insan, bakarsın, görürsün.
İlimdir irfan, okursun, öğrenirsin.
Nefistir yanıltan, kanarsın, yanarsın.
Aşktır aslolan, inanırsın, yaşarsın. (Şehadet parmağı ile semayı gösterir)

-Yani?

-Bu sevda ile ilk tanışmanız, daha çok görüşeceksiniz, hoş sohbetleriniz olacağı gibi arada kavgalarınızda olacak. Ancak ona ne teslim olup kendin olmaktan vazgeç, ne de çok tersleyerek tüm ömrünü tek başına geçir. Yani bu kızı çok değil bir iki ay sonra unutacaksın, sonra bir başkası için kesilecek nefesin. Hatta bir ara kendini astım hastası sanacaksın. Ama öyle bir gün gelecekki, nefesin öyle bir kesilecek...

Abinin sesi titredi, bir süre kafasını önüne eğerek hiç konuşmadan bekledi.

-Öyle bir kesilecek ki, onun ile nefes almaya başlayana kadar aldığın nefeslerin hiçbirisi rahatlatmayacak seni. Hiçbir gece yastığa başını koyar koymaz uyuyamayacaksın. Her sabah rüyalarını hatırlamaya çalışacaksın, onu görebilme ihtimali için. Derin derin dalacaksın işyerinde, otobüste, yolda, yemekte, orada burada... Ve birgün gelecek, artık bu son nokta diyip gideceksin, dikileceksin karşısına ve soracaksın sorunu. Eğer cevap olumsuz olursa benim gibi olacaksın.

Abi son cümleye başlarken oturduğu yerden doğrulmaya başlamıştı. Cümle bittiğinde ise sırtı çocuğa dönük, elleri arkada tesbihini çeke çeke yola koyulmuştu bile.

-Abi, eğer olumlu olursa?

-Dehlizin aydınlanır...

Elde kalan

Yıllarca, elini avuçlarımın içinde tutabilmek için aşk orucu tuttum. Bir çocuk gibi sürekli denedim orucu yemeyi. Gözlerimde bir afacan çocuk edasıyla ellerimi uzattım sıcaklara, iki satır aşk, bir kaç güzel söz edip, bir gülümseme, biraz mahcubiyet almaktı istediğim. Ancak sevdan herdaim bir kürek kum attı bu saman alevlerine. Elim koynumda kaldı her seferinde.

Soğuk bahar akşamlarında, yokluğundan, her iki yanımda dondu yıldızları izlerken. Kış günlerinde sağ elim hep buz kesti. Şiirlerim hep boş kağıtlarda karalandı, boş duvarlara okundu. Yazılarımı hep ayrılıklar süsledi.

Bir kaç yaz yaşadık beraber. Ankaranın o sıcağında ne kadar yaşanırsa işte, yaşadık aşkı.

Oysaki Ankarada kış yaşanırdı aşklar. Ayaz vururken belirleyemediğin bir yönden, ben ısıtacaktım ellerini, saçlarındaki kırağılara inat dayayacaktım çenemi. Soğuktan aklar kaplarken gözünün bebeğini, bakarak ta derinlere, ne nağmeler dizecektim gönlünün bam teline.

Tual

Çiğerleri artık dayanamıyor muydu bu öksürüklere yoksa hayata olan bağımıydı dayanamayan. Sabahın ilk sigarasını yakmayacaktı bugün, zira öksürükleri artık birer alarm gibi geliyordu. Bir aralık bulmuştu güneş ve tam yüzüne, gözünün içine giriyordu. Sabah güneşi sidikliye vurur be adam bi öğrenemedin şunu diye hayıflandı kendine. Yaşlılık da gelince aklına yatağı kontrol etti, güneş yalancı çıkmış mı diye. "Aman o kadarda kocamamışız, buna hamdolsun mu desem yoksa kahretsin mi?" diye geçti aklından.

Kocaman evde yatak odası ile mutfak arası da ne kadar uzaktı. Artık küçük bir eve taşınması gerekiyordu. Zira artık Ona dünya dar ev genişti. Salonun önünden geçti ve bir kaç adım sonra durup geri döndü. Her sabahki gibi günaydın dedi aşkına. Kendi çizdiği bir tuvaldi, Zat gerçek renkler zahirdi. Çok kişi sormuştu o tuvaldaki kadının kim olduğunu. Herkese ayrı bir şeyler söyleyerek geçiştirdi. Helen vardı, otuz beş yaşındayken tanıştığı. Kırk dört yaşına kadar sürekli aradı onu bıkmadan usanmadan.

Hadi yemeğe gidelim, hafta sonu piknik yapalım, bu gece boğaza nazır bir çay içelim diye. Her dediğine tamam der, onu ne kırardı ne de istediği kadar yaklaşırdı.

Onda oldukları akşamlarda saat on bir olduğu zaman "Ooo saat on bir olmuş ben sana bir taksi çağırayım" diyerek kalkar onay beklemeden bir taksi çağırır ve bir oldubitti ile evine yollardı. Pazar sabahları Helen çat kapı gelir ve kahvaltı hazırlardı. Mutfakta pekiyi olmadığı için buna itiraz etmek istese de nefsine yenik düşerdi. Yağmurlu havalarda dışarı çıkar en pervasız yürüyüşleri yapardı. Tamamını hiçbir zaman bilmediği şarkılar ile yolları geçer yağmur bitince de taksi ile eve dönerdi.

Yağmurlu bir günde yürüyüş bitiminde evin yolunu tutmuştu. Taksici aynadan bakıp "Türk Sanat Müziği sever misiniz?" dedi. Kafasını salladı hafif ve gülümseyerek "Tabii ki" dedi. Islak kafasını cama yaslamışken, Safiye Ayla radyodan "Seni ben ellerin olasın diyemi sevdim" diye fısıldamaya başlamıştı.





Gözleri ıslak kaldırım kenarlarına takılmış, düşünceleri hayallerine varmıştı bile. "Beyefendi buradan nasıl devam edeceğiz" sesi ile uyandı.

Taksiden indiğinde kapının önünde Helen'i gördü, sırılsıklam olmuştu. "Sabahtan beridir seni arıyorum, neden açmıyorsun?" diye sitem ediyordu. Telefonunu yanına almamıştı, kapıyı açıp içeri girdiler. Nedensiz olduğunu düşünsede mahcubiyeti vardı. Helen ise bir o kadar sinirliydi. İki tane büyük havlu getirip uzattı. Gözleri çakı gibiydi ve siniri geçeceğe benzemiyordu. Helen kurulanırken birden durdu ve tuvalin önüne geçip

"Kim bu kadın?
Neden bir tuvalden daha önemsizim?
Bir tuval ile sohbet ettiğin kadar benimle etmiyorsun, sana tam dokuz yılımı verdim elimde ne var?
Bak halime, bak şu halime, seni ne bu tuval nede bu tuvaldaki kadın merak ediyor. Sana pazarları o kahvaltı hazırlamıyor, akşamları evinde kalmasın diye alel acele taksiler çağırdığın bu kadın sabah altıda kalkıp iki saat hazırlanıp, bir saatlik yol gelerek hazırlıyor. Telefonunu açmadığın zaman yine o bir saatlik yolu bu kadın geliyor. Bu tuval ise senin astığın yerde duruyor. Söyle kim bu kadın? Söyleeeeee" diye ağlayarak olduğu yere çöküyor.

Adam ne diyeceğini ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette Helen'i kaldırıp koltuğa oturttu. Bir sandalye alıp karşısına geçti. Gözlerinin içine bakıp ellerini ilk defa ellerinin içine aldı ve "O tuvaldaki kadın benim 27 yıllık aşkım. Ne bir gün onunla böyle oturabildim, ne bir pazar kahvaltısı yapabildim, ne bir gece ona sarılıp yatabildim, nede bir sabah onunla uyanabildim. Ben 27 yılda bunları yapamamışken sen sadece 9 yıl dayanabildin bunlara ulaşamamaya."

Sandalyeden kalkıp bir sigara yaktı. “Sana bir taksi çağırayım” dedi ve Helen’i bir daha görmemek üzere uğurladı.

O gider gitmez tuvali alıp karşısına oturdu

Bir 27 yıla daha razıyım sen merak etme.

15.07.2009

Anlamsız Anlar

Boş bir günün başlangıcında, anlamsızlık dolu anlar yaşadılar… Anı anlama yükleyemedi hiçbir akıl. Sessiz, derinden, biraz yürek burkan, biraz iç rahatlatan… Kelimelerin askıda kaldığı ve gözlerin buluşamadığı bir ayrılık. Yıllar yılı beklenen son bumuydu diye kararan yürekler, hep boşa çekilmiş kürekler. Artık, aşka ve sevgiye karşı daha ürkekler. Kaçınılmaz bir sondaki iki yabancı gibiydiler. Elleri kenetli ancak varlıkdan beyhude gönülden azade. Ayrımın en başında sırtlarını döndüler birbirlerine ve hayata iki ayrı yoldan iki ayrı kolla tutundular.
Çok şey değişmişti yıllar içinde. Bir kaç sefer daha yaşamışlardı bunu ve artık dejavu olmadığını biliyorlardı. Hep sessiz ve derinden bir iletişim vardı aralarında. Yaşları 33′ü bulmuştu. İki farklı insanla hayat kurmuşlardı. Süliyetleri farklı ancak nerede ise birer kopya bulmuşlardı kendilerine.

Çok nadirde olsa görüşmüşler, hal hatır sorup, bir nefeslik hasret gidermişlerdi. Gönülleri yansada aşk odunlarının hârı ile vazgeçemedikleri gururları hiçbir zaman açtırmadı boğazlarındaki düğümü. Ne adam diyebildi nede kadın; “sensiz yaşam ne kadar anlamsız” diye.
Çengelköydeki o küçük çaybahçesinden başka kimse farketmemişti olanları…

Adam bir ara kaldırdığı ellerini kadının suratına uzattı. Ellerinde ufak bir titreme vardı. Kadın kafasını hafifce önüne eğdi, küçük bir çocuğun utangaçlığı ile çekti ellerini. Oysaki ne kadar istemişti, saçlarını sıvazlayıp o tapınası suratına doyasıya bakmayı. İlk buluştukları andaki merhabadan başka bir tek diyalog geçmemişti. Yüzyüze bile gelmemişlerdi oturana kadar. Yanında olmanın verdiği huzuru depoluyorlardı çiğerlerine, beyinlerine, kalplerine. Kim bilir bir daha ne zaman bir araya geleceklerdi. Hayatlarında doğru olmayan tekşeydi bu kaçamak. Aslında kaçamadıkları tek hataydı.

Adamın gözleri dolmuştu. Yıllar sonra bile, o güzelliği karşısında görünce kendisini 18 yaşında hissetti. Sanki karşısında oturan evli iki çocuk annesi bir müdür değilde, o sınıfta sessiz sedasız oturup kendisinden gelecek bir söz bekleyen kızdı. Kim anlatabilirdiki artık onun imkansız olduğunu.

Kadın çoktan yelkenleri indirmişti çengelköy sularına. Saçlarında ki kırlar nede yakışmıştı adama. Siyah takım elbisesinin içindeki atletik vücudu ile hala yürek hoplatıyordu. Sade kahvenin yanında yaktığı sigarayı çekişinde bile hâla bir asilik vardı. Bir ara saçını düzeltti ve şöyle bir damla yaş bıraktı marmaraya, delirtircesine.

Adam içinden “keşke elimi uzatsam, sımsıkı tutsa” diye geçirir.
Kadın içinden “elini uzatsa şimdi, sımsıkı sarılsam” diye geçirir.
Adam : “gidelim buralardan diyebilsem”
Kadın : “gidelim buralardan dese”
Adam : “uzaklarda bir yerde, yeni bir hayat kuralım”
Kadın : “uzaklarda bir yerde, bir hayat kursak”
Adam : “boy boy çocuklarımız olsa”
Kadın : ” ona boy boy çocuklar verebilsem”
Adam : “her sabah kollarımda, öperek uyandırsam”
Kadın : “her sabah kollarında uyansam, kokusunu içime çeksem”
Adam : “ama nerede, bu film değilki, ben kadir inanır oda sultan değil”
Kadın : “ama bunlar ancak filmlerde olur”

Adam kahvesini bıraktığı anda sigarasıda düştü elinden… Kadın bunu farkettiğinde saklayamadığını farketti. Adam sağ elinin iki parmağı ile bir zamanlarki hatununun yanağındaki morluğa dokundu. O morluk yüreğinde bir çöküntüye dönüştü. Elindeki titremeyi artık saklayamıyordu. Kadın tam bir yalan söylemek için ağzını açmıştıki, O işaret parmağı ile dudaklarını kapattı. Bir kapı veya düşme hikayesine inanmayacaktı.

Hiç görmüşmüydü bu boğaz, iki volkanın çöküşünü.

Kadın o anda pişman olmuştu geldiğine. Hiç aklına gelmemişti telefonda bu morluk. Bir sefer söz vermiştide, biliyordu adam bundan sonraki hiçbirşeyi kabul etmezdi. Adam ise yıllar önceki gururuna okkalı bir küfür savurmuştu. Nasıl bırakmıştı O’nu ellerin koluna ve şimdi neye sinirleniyordu, etme bulma dünyasıydı bu.

Telefonunu aldı adam eline ve bir numara çevirdi.

- Hanım ben bir günlüğüne şehir dışına çıkıyorum. Yok fazla uzun değil yarın akşam gelecem geri İstanbul’a. Tamam birşey olursa ararsın. Yok planlar biraz ters gitti yoksa başka birşey yok.
Adam telefonu kadına uzattı…

Kadın bir telefona baktı, bir adama, bir yüzüğüne ve en son yüreğine. Aldı telefonu eline, kocasını aradı.

-….. bugün otelde kalacam, çok kırgınım sana, hayır telefonum kapalı olacak yarın gelirim sende otur düşün yaptıklarını.

Kadının arabasını orada bırakıp, adamın yazlığına, Yalovaya gittiler. Bıçak açmıyordu ağızlarını. Adam bir ara torpidoya uzandı ve cd çantasından bir cd taktı cd çalara. Cd’nin üzerindeki isim Kadının dikkatini çekti. Göbek adı yazıyordu. Nasıl set çekecekti akın akın gelen göz yaşlarına. Dirayet kifayetsizdi artık, hıçkıra hıçkıra kafasını dayadı cama. Yıllar önceki ayrılış sahnesi geldi aklına, ne kadar anlamsızdı. Şarkı zihnine kazınıyordu, adamın yıllar önce kulağına fısıldadığı gibi…







Giderken hazandı bir usul yağmur
Bıraktı elimi o hüzzam şarkı
Zifir saçlarını savur içimde
Küller havalansın yürek tutuşsun
Bölsün soluğumu paslı bir bıçak
Hayalin içimde düşüp yorulsun

Çok uzaklardan bir türkü geçiyordu
Bir şarkı kemanların tellerini eskitiyordu

Adam arabayı çalışır durumda bırakıp kadının kapısını açtı, daha sonra evin kapısını açarak içeriyi gösterdi kadına sağ eliyle.

Kadın içeriye girdiği anda gözyaşları yeniden aktı… O zigon sehpayı görmekte nasip olmuştu.
Adam arabayı garaja bıraktı. İçeriye geçtiğinde, kadın zigon sehpaya yaslanmış, gözyaşlarını silmiş, makyajını temizlemiş ve eskisi gibi saf güzelliği ile gözlerinin içine bakıyordu.
Ellerinden tutarak kaldırdı ayağa, anlına bir öpücük kondurdu. Sağ elinin içine aldığı sol elinden tutarak merdivenleri çıktı, kaç yıl olmuştu elinden tutmayalı.

Onbeş yıldır hiçkimseyi yürütmezdi sağında.

Yatak odasına çıktılar.

Kapıda ellerini bıraktı.Her ne kadar bir kaçamak olsada yapamayacakları şeyler olduğunu biliyordu ve sınırları kesin olarak belirlemesi gerekiyordu. Yoksa o sevdiği kızın yürüyerek bile olsa arkasına bakmadan gideceğini biliyordu. Ceketini ve gömleğini çıkardı, pantolonu ile uzandı yatağa ve elini uzattı.

Kadının bakışları ürkekti. Burada olmaması gerektiğini biliyordu. Ama karşı koyamadığı şeyler vardı. Dizginler artık onda değildi. Kürkünü çıkardı ve adamın yanına uzandı. Kafasını omuzuna dayadı. Sol eli saçlarında bir resitâl verirken sağ eli ile sağ elini tutuyordu adam. Elini suratında hissettiği anda bir serzeniş yükseldi kalbinden beynine. Adama sarıldı, artık güneşe kadarki zamanda sadece kokusunu sindirecekti içine ve bir daha böyle bir şeyi asla yapmayacaktı, belkide adamı bir daha hiç görmeyecekti.

Uyan ey sevdiğim,
Bu sabah kollarımdasın,
Aç gözlerini bak bana,
Bu sabah kollarımdasın.
Ne düşlerimiz vardı ayrı ayrı,
Hani her sabah kollarımda olacaktın,
Ne günlerimiz geçti ayrı ayrı,
Hani her gün yanımda olacaktın.

Günün ilk ışıklarında bu mısraları fısıldadı kadının kulağına, elinden tutarak ormana doğru bir yürüyüşe çıkardı O’nu.
Arabaya bindiklerinde, adam kadına dönerek
“Herşey için teşekkür ederim” dedi.
Kadın
“Bende teşekkür etmek isterim ancak karşılıklı teşekkürler bize çok pahalıya mâl oluyor” dedi.
İkisinde de buruk bir gülümseme oldu ve adam kadını arabasının yanına götürene kadar ağızlarını bıçak açmadı. Kadın arabadan inerken arkasına bile bakmadı. Çocukları ve kocasına dönmesi gerekliydi. Adam ise her zamanki gibi arkasından bakarak “yine yanlış bir tercih yaptın” diye geçirdi içinden.

29 Temmuz 2007